İlham Verenler

Şeyh Mervan Hadid’in Hayatı

Suriye’de İslami hareketin liderlerinden Şehid Mervan Hadid’in Hayatı

Şeyh Abdullah Azzam’ın Cihad Derslerinden alınmıştır.


Allah Rahmet eylesin Üstad Mervan Hadîd… Mısır’da okuyordu. Bir zirve toplantısına katılan üyelerin tümüne mektup yazdı. Onlara; “İslâm ile hükmetmeniz gerekir, Şunu… Şunu… Yapmanız gerekir.” Ayrıca Mervan adını, adresini yazıp başta Abdunnasır olmak üzere bütün zirveye katılanlara gönderdi. Bunun üzerine Abdunnasır istihbarat birimlerine “bu adamı takibe alın ve araştırın” diye emir verir. Üstad Mervan Hadîd’le birlikte daima istihbarattan bir adam bulunur ve sadece üstad uyumak üzere evine girdiğinde ondan ayrılırdı. Allah’ın rahmeti üzerine olsun Üstad Mervan Hadid’in bende etkisi çok büyüktür.

Mısır’da otobüslere binmek istersen önce hızlı ve yüksek atlamayı öğrenmen gerekir. Genellikle otobüslerin dışında 6-7 kişi dışarıdan kapıya asılarak gider. Üstad Mervan, kendisini adım adım takip eden istihbarat adamıyla birlikte otobüse binip inerdi. Bazen otobüs çok kalabalık olupta sıkıştıklarında ya da kapıya asılarak gitmek zorunda kaldıklarında istihbarat adamı elinden tutarak ona yardım eder, o da komseriye (otobüste bilet kesip ücretleri toplayan görevliye); “şu benim ücretim, şu da muhbirin ücretidir” diyerek otobüs biletlerini aldığında adam kızarıp bozarınca; “Ey kardeşim ben senin ücretini ödemek istiyorum sen istemiyorsun” derdi. Bazen yine otobüs çok kalabalık olduğunda muhbir otobüse binipte Şeyh Mervan binemeyince muhbir ona; “Sen ikinci otobüsle gel, durakta inince buluşuruz” derdi.

Üstad Mervan Suriye’ye dönmek ister. Fakat muhbir ondan ayrılmaz. Cuma günü yolculuk etmeye karar verir. Çıkış vizesi alması gerekir. Daha vize almaya gitmeden mescide girer. Muhbirin sabahtan akşama kadar kapısından ayrılmadığını görür. Camiye gider, muhbir peşinden takip eder. Şeyh Mervan, muhbir mescide girdikten sonra niyet eder ve namaza başlar. Muhbir de niyet edip namaza başlar. Kendisi bu fırsattan faydalanarak namazı kılmadan dışarı çıkıp bir taksiye biner ve oradan ayrılır. Havaalanında randevulaştığı kardeş, valiziyle birlikte üstadı beklemektedir. Havaalanına girdiklerinde namaz kılmak için görevlilerden mescid sorar. Kendisine; “haydi geç.! Burada mescid olmaz” denilir. Şam’a (Suriye’nin başkenti) ulaştıklarında Radyo’da Baas partisinin (sosyalist parti) programı yapılmakta ve Baas partisi şöyle tanıtılmaktadır:

“Baas’a iman ettim, Rab odur, şeriki yoktur… Araplık dinimdir, Ondan başka din yoktur..”
Baas partililer ve Nusayriler İslâm’a yaptıkları saldırılarla övünmektedirler. Hama şehrinde şöyle bir olay olur: Sınıfta hocanın birisi İslâm’a hakaretler içeren bir konuşma yapar. Bunun üzerine öğrencilerden bir tanesi kalkar ve hocaya vurur. Peşi sıra tüm öğrenciler kalkarak hocayı döve döve öldürürler. Sonra polis gelir ve hocaya ilk tokatı atan o genci öldürür. Daha sonra olay yerine gelen Şeyh Mervan, öldürülen müslüman genç dolayısıyla polise kısas hükmünün uygulanmasını talep eder. Öğrenciler de tek tek “öldürülen genç, müslümandı, öğretmen ise kâfirdi. Dolayısıyla öğretmenin kanı hederdir. Müslüman gencin ise kanı alınmalıdır, yani karşılığında öldüren polise kısas uygulanmalıdır,” derler. Devlet ise bu talebi reddeder. Bu talebin reddedilmesi üzerine Şeyh Mervan etrafındaki özel eğittiği gençlerle birlikte Sultan Mescidinde toplanırlar. Toplanan bu gençlerin her birinde bomba ve tabanca vardır -ki bunlardan bazıları lise talebesidir- tekbir getirmekte ve devlet aleyhinde konuşmalar yapmaktadırlar. Bu esnada Sultan Mescidi’nin etrafı tanklarla çevrilir ve Mescid içindeki Müslümanlarla birlikte yerle bir edilir. Allah’a yemin ederek söylüyorum ki daha sonra görüştüğüm Hamalı güvenilir müslümanlar bana şunu söyledi: -Allah hakkı en iyi bilendir- “Bizler günler sonra şehid edilen gençlerin üzerinden yıkıntıları kaldırmak için mescidin oraya gittiğimizde toprağın altından tesbih ve tekbir sesleri işitiyorduk.” Mescidin bombalanması olayında -Allah’ın hikmeti- Şeyh Mervan, bazı talebeleri ile birlikte sağ olarak yakalandı ve mahkemeye çıkarıldı. Baas partililer adalet(!)li olduklarını göstermek için Şeyh’in mahkemesini yerli yabancı tüm basın mensuplarına açık olarak yapıyorlardı.

Mahkeme heyeti Suriye savunma bakanı Mustafa Talaş ve bölgeyi elinde bulunduran en kuvvetli şahsiyet olan Salah Cedid’ten oluşuyordu. Mahkeme heyetinin ilk sorusu: “Neden silah taşıdınız ve devlete karşı niçin azgınlaştınız?..” olur. Şeyh Mervan şöyle cevap verir: “Orada Adı Salah Cedid olan Nusayri bir köpekle birlikte kendisini ehlisünnete nispet eden ikinci bir köpek Mustafa Talaş vardı. (O anki mahkeme heyeti bu ikisinden oluşuyordu ve üstad Mervan bunu yüzlerine karşı söylüyordu) Bu iki köpek, bölgede İslâm’ı ve Müslümanları yok etmek istiyordu. Bizler hayatta olduğumuz sürece İslâm’ın yok edilmesine müsaade edemeyiz.” Bu ifadeleri duyan mahkemedeki devrim muhafızları üstadın üzerine saldırırlar. Polisler ise Şeyhin mahkemede yabancı basın mensuplarının da bulunduğu bir ortamda öldürülmesini önlemek ve dünya basınına Suriye mahkemesinde polis katliamı diye yansımasını engellemek amacıyla, üstadı devrim muhafızlarından korurlar. Mahkeme heyeti üstada:
—Sen uşaksın” der. Üstad da;
—Ben Allah’ın uşağıyım. Gerçek uşaklarsa siz ve sizin Abdunnasır’dan yetmiş sekiz bin cüneyh çalan parti lideriniz Michel Aflektir.” Mahkeme heyeti;
—Siz Muhammed el-Hamid’in (Hama müftüsü) sizinle birlikte olduğunu söylüyorsunuz. O ise sizlerden nefret etmekte.” Üstad onların bu sözüne yüce Allah’ın şu ayetiyle cevap verir: “Eğer yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter. O’ndan başka ilah yoktur. O’na güvenip dayandım. O, büyük arşın Rabbidir.” (Tevbe, 129)
Mahkeme heyeti çok güçlüydü. Duruşma sonunda, kendisiyle birlikte yargılanan gençlerin bir bölümüne beraat, diğer bölümüne de üstadla birlikte idam kararı verdi. Haklarında idam kararı verilen gençler ve üstad gülümsüyor, birbirlerini tebrik ediyorlardı. Haklarında beraat kararı çıkan gençler ise ağlıyordu. Yabancı basın mensupları, haklarında ölüm kararı verilenlerin sevinip gülmesine, beraat kararı çıkanlarınsa ağlamalarına hayret etmişlerdi. Bu hallerinin neden olduğunu sorduklarında ise onlara verilen cevap: “Bizlere Cennet bağışlandı. Bunun için birbirimizi tebrik ediyor ve seviniyoruz. Ağlayanlar ise bundan mahrum edildikleri için ağlamaktadırlar” olmuştu. Haklarında idam kararı verilen üstad ve talebeleri infazı beklemek üzere cezaevlerine götürüldü. Üstad Mervan idamını beklediği cezaevi günlerini bana şöyle anlatıyor: “Hayatımda yaşadığım en lezzetli, kalbimin ve nefsimin en rahat olduğu günler cezaevinde gençlerle beraber idamımı bekleyerek geçirdiğim günlerdir.” Üstad Mervan’ın idamını beklerken yazdığı şu kelimeler hâlâ İslâm gençliği tarafından tekrarlanmaktadır:

“O can ki yarın doğacak. Sözleştiği vakitte Allah ile buluşacak.” Onlar zindanda idamlarının infazını beklerken, Hama müftüsü Şeyh Muhammed el-Hamid, Hamalı olan Cumhurbaşkanı Emin el-Hâfız’ın yanına gider ve ona; “Üsdat Mervan el-Hadid’e ne yapmayı düşünüyorsunuz?” der. Cumhurbaşkanı Emin el-Hafız’da; “Onun idamına hükmettik” diye cevap verir. Bunun üzerine Muhammed el-Hamid; “Sen bunu akıllıca düşünerek mi söylüyorsun? Mervan el-Hadid’i idam ettiğiniz takdirde Hama’nın susacağını mı zannediyorsunuz? Onu idam ederseniz, Hama’da üstesinden gelemeyeceğiniz ölçüde sorunlar başlar” der. Bunu dinleyen Cumhuriyet reisi: “Peki senin görüşün nedir?” diye sorar. Müftü Muhammed el-Hamid; “Benim görüşüm onu çıkartmanız ve affetmenizdir” der. Bunu duyan Cumhurbaşkanı el-Hafız da; “Bizzat siz gidin ve onu çıkartın” der. Daha sonra üstad Mervan olayı bana şöyle anlatmakta: “Şeyh Muhammed el-Hamid geldi ve: “Haydi evlatlarım çıkın” dedi. Muhammed el-Hamid, hepsinin hocası ve sevip saydıkları birisidir. Bizlerde; “Nereye?” dedik. O da: “Devlet sizleri affetti” dedi. Bunu işitince bizler; “Allah seni affetsin. Bizi Cennetten mahrum ettin…” dedik. Zindandan çıkan üstad Mervan gerçekten rahat nedir bilmezdi. O adeta patlamaya hazır bir bombaydı, kükremeye hazırdı.

1973′te Suriye hükümeti yeni bir anayasa hazırlar ve bu anayasada “Suriye İslâm Devleti’dir” maddesini çıkarır. Eski anayasanın birinci maddesi olan bu madde silinince İslâm âlimleri ve hatibler ayaklanırlar. Bunlardan birisi de üstad Mervan el-Hadid’tir. Cuma hutbesine; “Kim mescidde ölmek üzere bey’at edecektir?” diyerek başlar. Üstadın bu şekilde başladığı hutbesini işiten insanlar camiden bir bir sıvışmaya başlarlar. Zira üstadın hutbesini dinlemek çok tehlikelidir. Bu esnada mescidde bulunan diğer âlimlerde tek tek çıkmaya başlamışlardır. Bunlardan bir kısmı Allah’ın dinine olan bağlılığı ve küfre duyduğu kinle dışarı fırlamakta ve silahlarını getirmekteydiler. Kimileri de mescidde silahını çıkartmış tekbirlerle havaya ateş açıyordu. Ben o Cuma’nın kasetini dinledim. Kamalılar aynı Afganlılar gibi çok öfkeli insanlardır. Bunlar ayağa kalktıkları zaman işin şaka götürür yanı yok demektir.

Üstad Mervan bu hutbesinden sonra gizlenir. Şam’a giderek orada bir daire kiralar ve gizlice silah toplamaya başlar. -Allahu Ekber- bitkinlik nedir tanımaz. Allah’ın dini için mücadelede gevşeklik göstermez. Korku nedir bilmez. Otomatik silahlar ve bombalar satın almaktadır. Nerede silah ya da bomba satışı yapıldığını duysa, oraya gençlerden birisini gönderir ve o şeyi satın aldırırdı. Bu arada Suriye istihbarat birimleri kendisini aramaktadırlar. Yüce Allah’ın hikmeti, tam o dönemde de ben Suriye’de Şam Üniversitesi’nde bulunuyordum. Ben lisans eğitimini Şam Üniversitesi Şeriat Fakültesinde, mastır ve doktorayı da el-Ezher üniversitesinde yaptım. Üniversitenin girişinde dururken yanıma üstadın öğrencilerinden bir genç geldi ve usulca: “Mervan El-Hadid ile görüşmek istiyor musun?” dedi. Ben doğrudan: “Ne? Ben buraya bir kağıt parçası (diploma) almak için geldim,” dedim. Daha sonra o gencin peşi sıra üstadın yanına gittim. Yanına girdiğimde, yüzüne baktım ki, kesinlikle bu kişi dünya ehli birisi olamazdı. O kadar saf ve nurlu idi ki, adeta yüzünün nuru etrafı aydınlatıyordu. Beni Filistin günlerimden tanıyordu. Bizim orada bulunduğumuzda yanımıza gelmişti. Bana ilk söylediği söz: “Ya Eba Muhammed! Cenneti özlemedin mi?” oldu. (Ebu Muhammed, Abdullah Azzam’ın künyesidir). Üstattan işittiğim son söz de bu idi.

Polis üstadı arıyordu. Tüm istihbarat birimleri onun peşindeydi, İşte böyle bir ortamda üstad Müslümanlara cephane ve silah toplamakla uğraşıyordu. Nusayrilerden ve önde gelen istihbarat adamlarından intikam almak ve kısas uygulamak istiyordu. Bir gün istihbarat üstadın gizlendiği yeri keşfetti ve oturduğu binanın etrafı sarıldı. Sabah namazını henüz kılmışlardı. Evde üstad Mervan ile birlikte iki öğrencisi ve yeni nikâhladığı eşi bulunmaktaydı. Üstad Mervan yeni evlenmişti. Gerdek gecesi eşine: “İçimde bir kaç güne kadar bu dünyayı terk edeceğim hissi var. Bu nedenle yatağına gelmek istemiyorum. Bakire kalman senin için daha hayırlıdır” demişti. Üstadın yaşı 35 ile 40 arasındaydı. Belki de daha fazlaydı. Kendisi 20 yaşından beri sorunlardan siy olamamış, mahkeme ve zindanlar peşini bırakmamıştı. Bu nedenle nişanlanmaya ya da evlenmeye fırsat bulamamıştı. Öğrencilerinden bir tanesi kahvaltılık şeyler almak için dışarı çıkar. Henüz askeri arabalar gelmemiştir. Kendisi geri döner. Döndüğünde altı tane istihbarat arabalarının beklediğini görür. Bunu fark eden genç her ihtimale karşı bıçağını hazırlar. Zaten Hamakların ceblerinde sustalı bıçak taşımak adetleridir. Bu esnada gencin yanında duran bir arabadan altı istihbarat adamı iner. Genç aniden bıçağını çeker, altısına birden saplar ve kaçar. Şam’da panzer sirenleri çalar ve büyük bir kovalamaca başlamıştır. Polis arabaları cirit atmaktadır.

Bu genç dört metrelik duvardan atlayarak kovalamaca da istihbaratı ve polisleri atlatmayı başarır ve Ürdün’e kaçar. Üstad Mervan’a dönelim. Arabalar üstadın bulunduğu binayı kuşatmıştır. Polisler hoparlörlerle binadakilere anonsa başlar ve: “Binadakilerin dışarı çıkmalarını içeride yakalamak istedikleri Iraklı bir casus olduğunu” anons ederler. O sıralar Suriye ile Irak’ın aralarında ihtilaf ve siyasi çekişmeler vardır. Üstad Mervan’da kendi yanında bulunan bir mikrofonla dışarıdakilere: “Ey İstihbarat adamları ve polisler! On beş dakika içerisinde burayı terk etmeniz konusunda sizleri uyarıyoruz. Aksi takdirde on beş dakika sonra sizinle savaşacağız” diye anons eder. Gerçekten üstad on beş dakika sabretti. On beş dakika sonra ise bomba ve otomatik silahlarla binadan ateş etmeye başladı. Polisler durumu merkeze bildirdiler ve evin etrafında hemen hemen bine yakın polis ve istihbarat mensupları toplandı. Üstadın bulunduğu dairede ise kendisi, öğrencisi ve henüz zifafa girmediği nikâhlısı vardı. Polisler binayı uçak ve helikopterlerle havadan da kontrol altına almışlardır. Polisler binaya girip TNT yerleştirmek istemektedirler. Fakat kim binaya girmeye cesaret edebilecek? İki kişiye karşı bin kişi…! Ve ayrıca uçak ve helikopterlerle gözetlenmekte.

Öğle vakti olduğunda üstadın cephanesi tükenir. Öğleden ikindi vaktine kadar hiç kimse üstadın dairesine saldıramaz. İkindi sonrası dairesine saldırılır. Üstadın cephanesi çoktan tükenmiş ve kolundan yaralanmıştır. Üstad başı dik bir vaziyette binadan iner. Yanındakilerle birlikte tutuklanır. Olayın haberi Hafız Esad’a ulaştığında adeta çıldırır. Bin kişilik kuşatmada polisler çok kayıp vermiştir. Üstad ise sadece kolundan yaralanmış olarak başı dik dışarı çıkıyordu. Hafız Esad der ki: “Mervan’la bizzat ben görüşmek istiyorum.” Daha sonra üstadın yanına gelir. Ona: “Ey Mervan! Geçmişte olanları unutalım ve birlikte yeni bir sayfa açalım. Allah geçmişte olanları affetsin. Seni bir şartla hiçbir şeyden dolayı hesaba çekmeyeceğiz. Silahlı mücadeleyi bırakacaksın, tek şartımız bu” der. Hafız Esad’ın teklifine üstad şöyle cevap verir: “Ben de bir şartla sizinle anlaşabilirim. O da, Suriye’de İslâm Devletinin kurulmasında bana yardım edeceksiniz.” Bu net tavrı işiten Hafız Esad olduğu gibi geri döner ve mahkeme safhası başlar.

Askerler toplanmış ve askeri bir şûra kurulmuştur. Heyet hava kuvvetleri komutanı Naci Cemil ve Mustafa Talaş ile birlikte Nusayri istihbarat komutanlarından oluşuyordu. Üstad Mervan getirttirilir ve sanık sandalyesine oturtturulur. Üstad bakar ki mahkeme heyeti Naci Cemil ve Mustafa Talas’dan oluşuyor… Bunlar halk nazarında kendilerini ehl-i sünnete nisbet eden kimselerdir..! Ve onlara der ki: “Yazıklar olsun sizlere ey köpekler! Ey Naci Cemil ve Mustafa Talaş! Sizleri sağ olarak bırakacağımızı mı zannediyorsunuz! Gençlere, önce sizlerden başlamalarını emrettim. Ey köpekler! Siz ümmete bu Nusayrileri musallat ettiniz. İnsanlarımızı siz kirlettiniz. Sizlerse ey Nusayriler! Sizlerden de beş bin kişinin öldürülmesini gençlere emrettim.” Bu sözlere daha fazla dayanamayan Naci Cemil: “Tutun şu mecnunu… Uzaklaştırın onu buradan” diye muhafızlara emreder. Sonra üstadı işkence odasında iyice bağladıktan sonra ailesini getirirler ve gözlerinin önünde ona tecavüz ederler. Üstad ise bağlı bir haldedir, nefsi daralır ve fenalaşır.

“İşkenceleri yüklenmek, canileri görmek cisimleri yok eden bir olaydır”. İzzet ve onur sahibi bir kimsenin kendi namusunu kirletilirken görmesi… Kendisinin ise hiçbir şey yapamaması… Bağlı ve çaresiz kalması… İri yarı, uzun boylu, dolgun vücutlu ve yaklaşık 95–100 kilo civarında olan üstad Mervan, o an eriyip tükenmiş, hemen hemen 45 kiloya düşmüştü. Son olarak üstad hapishanede vefat etti. “Normal olarak mı, yoksa suikast sonucu mu öldü?” Bilemiyoruz Vefat ettiğinde ailesine üstadın cenazesini gelip almaları için haber saldılar. Onlar da cezaevi idaresine; “Mervan’ı siz öldürdünüz. Onun katili sizlersiniz,” dediler. “Hayır” cevabı verildi. Üstad Şam’da bir mezarlığa defnolundu. Defnolunduktan sonra mezarının etrafında yaklaşık iki yüz kişilik askeri birlik bekliyordu. Hükümet, cesedin alınmasından ve gösteri yapılmasından korkmuştu.
Üstadın vefatından sonra onun sancağını Filistin’de bizimle birlikte eğitim görmüş Abdüssettâr ez-Zaim aldı. Henüz daha çok genç biriydi. Kendisi diş doktoruydu ve çok zayıf biriydi. Yaklaşık 50 kg. ağırlığındaydı. Temizliğe, hükümetin lider kadrosundan başladı. Tek kişilik suikastlar düzenliyordu. Nusayri istihbarat başkanlarından birini belirliyor ve ertesi günü onu öldürüyordu. Şam Üniversitesi rektörü nusayri biriydi. Nusayrilerin yanında en azından Hafız Esad kadar önemli bir kişiliği vardı. Bir gün de onun yazıhanesine girdi ve öldürüp çıktı. Daha sonra olaylar gelişti. Sonra top atma hadisesi oldu. İbrahim Yusuf’un talebesi olan Adnan Ukle geldi. İbrahim Yusuf topçu subaylardan biri idi. İnşallah başka bir yazıda, Tevbe Suresi’nin ilgili ayetinin tefsirinde bu örnekleri vermeye devam edeceğiz.

Şüphesiz İslâm daveti bunun gibi örnek şahsiyetlerle zafer bulur. İslâm daveti ancak çilelere katlanan, her türlü zorluğa göğüs geren bu gibi örnek şahsiyetlerle yaşar. Bu şahsiyetler İslâm’ı zafere ulaştıran sağlam üsleri oluştururlar. Bu üsler de büyük milletlere yön veren rehberler mesabesindedir.

Abdullah Azzam’ın Dilinden Mervan Hadid

Hayran olduğum diğer bir şahsiyet de merhum Şeyh Mervan Hadid’dir.Bu zat Mısır istihbaratını hayli yormuştur. Bir kişi gece gündüz bunu takip etmekle görevlendirilmiştir. Öyle ki her gittiği yere gidiyor, her bindiği vesaite biniyormuş. Mısır’da toplu taşıma araçları oldukça kalabalıktır. Bir insan otobüse binmek istediğinde kapının ağzındaki demirleri yakalayabilmesi için mutlaka yerden yukarı atlaması gerekir. Çünkü bizzat kapının ağzında en az dört-beş kişi bulunmaktadır. Otobüs uzaktan gelince herkes otobüsün içine nasıl atlayacağına dair hazırlığa geçer. Şeyh Mervan’da kendisini takip eden istihbarat memuru arkadaşı (!) ile birlikte otobüse zıplama hazırlığına geçerler. Bazen Şeyh Mervan önce biner, onu takip edenin elinden yakalayıp otobüse bindirirdi. Bazen de istihbarat memuru önce biner, Şeyh Mervan’ın elinden tutar, onu otobüse çekerdi. Çünkü bunlar birbirlerinden ayrılmayan ikizler gibiydi. Şeyh Mervan her gittiği yerde arkasında bunu görüyordu. Ondan kurtuluş yoktu. Bu nedenle Mısır otobüslerine binme gibi zor durumlarda birbirlerine yardımcı oluyorlardı. Hatta bazen Şeyh Mervan daha önce binip istihbarat memuru binemeyince onun elinden tutup aşağıya indiriyordu ve ona “ikinci araba ile gideriz” diyordu.
Bazen de Şeyh Mervan otobüse ücret öderken “al, bu bir kuruş benden, bir kuruş da şu istihbarat memurundan” diyordu. Milletin huzurunda bunun kim olduğunu söylemekten çekinmiyordu. Aslında bu durum o memur için de bir zilletti.

Şeyh Mervan Suriye’ye döndü. Mısır lideri Abdunnasır da o sırada Suriye’yi ziyaret ediyordu. Suriye, Nasır’ı “memleketler fatihi” olarak karşıladı. Bu, Mısır ile Suriye’nin birleştiği tarihe denk gelmişti. Şeyh Mervan Hadid caddenin kaldırımında bulunuyordu. Abdunnasır’ın bindiği araba çok yavaş bir şekilde halkı yararak gidiyordu. Şeyh Mervan’ın yanına yaklaşınca o Nasır’a: “Haydi defol, Allah sana lanet etsin” dedi ve Nasır’a sert bakışları ile baktı. Hemen ertesi gün Abdunnasır sosyalistleri eleştirir mahiyette konuştu. Abdunnasır Şeyh Mervan’ı sosyalist biri zannetmişti. Çünkü Abdunnasır sosyalizm hayranlarının mallarına el koyunca bu defa sosyalistler Nasır’in aleyhine dönmüşlerdi.

Sene 1964′tü. Bu tarihte Baas Partisi mensupları ve Nusayriler Suriye’de iktidarı ellerine geçirdiler ve müslümanlara karşı savaşa girdiler. Öyle ki Şam Radyosu’ndan şunları söylüyorlardı: “Ben Baas Partisinin ortağı olmayan bir Rab olduğuna iman ettim.’ Araplığın da bir benzeri olmayan tek din olduğuna inandım.” Şeyh Mervan tüm bu manzaraları görüyordu. Hama kentinde Baas Partisi’nden veya Nusayriler’den olan bir öğretmen sınıfın tahtasına İslâm’a saldırır mahiyette yazılar yazdı. Öğrencilerden biri kalkıp hocayı dövdü. Bütün talebeler o öğrenciyi destekleyip hocayı linç ettiler. Bunun üzerine jandarma komutanı geldi, hocayı öldüren öğrenciyi orada öldürdü. Şeyh Mervan da Hama’daki Sultan Camii’ne gitti. Orada: “Öğrenciyi öldüren subay buraya mutlaka getirilsin, ona kısas uygulayacağız” dedi. Bunun üzerine Suriye tankları camiyi sardılar. Mervan’ın çatışmada kararlı olduğunu görünce ona: “Öğrenciyi öldüren subayı sana vereceğiz, ona kısas uygula” dediler. Mervan ise: “Hayır bu yeterli değil. İslâm ile hükmedeceksiniz” diye diretti. Bunun üzerine toplar camiyi dövmeye başladı. Camideki gençler de tabanca ve bombalarla Şeyh Mervan ile birlikte onlara karşılık verdiler. Nihayet toplar camiyi onların üzerine yıktı.

Kamalıların bize anlattığına göre caminin altından cesetleri çıkarırken tekbir sesleri işitmişlerdir. Şeyh Mervan da bu enkazlar altında kalıp ölmeyenlerden biridir. Nihayet bunu Şam’da yargılamak üzere mahkemeye götürürler. Mahkeme reisi Nusayri mezhebinden olan Salah Cedid idi. Aslında bu zat Hafız Esad’ın iktidara gelmesi için zemin hazırlayan biridir. Orduda Nusayrîlik mezhebine mensup olan insanların önderliğini bu yapıyordu. Mahkemenin ikinci hakimi ise ordu komutanı Mustafa Talaş’di. Mustafa Talaş sözde Sünni idi. Mervan Hadid’e:
“Niçin devlete karşı silahlı isyana kalktın?” diye soruldu. Mervan Hadid:
“Salah Cedid isminde Nusayri bir it var. Bir de Mustafa Talaş isminde sözde Sünni olan bir köpek var. Bunlar memleketten İslâm’ı silmek istiyorlar. Bizim bunu kabullenmemiz mümkün değildir. Biz buna boyun eğemeyiz” cevabını verdi. Bunun üzerine devrim polisleri onu öldürmek için hücuma geçtiler. Fakat mahkemede yabancı basın mensupları bulunuyordu. Onlar devrim polislerine engel oldular. Ta ki memlekette yargı ve hukuk özgürlüğü bulunduğu söylensin (!) Mahkeme reisi Mervan’a: “Sen uşaksın” dedi. Mervan da:
“Evet, ben âlemlerin Rabbi olan Allah’a uşağım. Fakat senin partinin lideri başkalarına uşak. Partinin lideri hristiyan Michel Aflek’tir. Bu adam, Mısır tağutu Abdunnasır’dan 79 bin cüneyh almıştır” cevabını verdi. Mahkeme reisi Şeyh Mervan’a:
“Siz Muhammed Hamid bizimle beraber diyorsunuz. Halbuki Muhammed Hamid size ateş püskürüyor, sizi sevmiyor” dedi. Mervan da ona şu âyeti okudu:
“Eğer senden yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter, O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. Ben O’na tevekkül ettim. O, yüce arşın Rabbidir.” (Tevbe, 129) Mervan bu sözleri ile kendisini yargılayanlara adeta kaleşnikof kurşunları sıkıyor, havan topları ile bombalıyordu. Mahkeme Mervan’a bir kısım gençlerle birlikte idam kararı verdi. Onlar gülümseyerek birbirlerini tebrik ettiler. Diğer bir kısım gençlere de beraat kararı verdi. Bunlar ise ağlamaya başladılar. Yabancı basın mensupları:
“Niçin şunlar gülüyor ve şunlar da ağlıyorlar?” diye sordular. Mahkeme yetkilileri onlara:
“İdam edilenler cennete gireceklerinden dolayı seviniyorlar, beraat kararı alanlar ise cennetten mahrum edildiklerinden dolayı ağlıyorlar” cevabını verdiler.
Vallahi bizzat Şeyh Mervan bana şunu dedi: “Allah’a yemin olsun ki benim hayatımın en mutlu günleri o idam kararının infaz edilmesini beklediğim günlerdi. Çünkü bizler artık kendimizi ahirete gitmiş, cennette bulunan insanlar olarak hissediyorduk. Mervan Hadid konu ile ilgili basit de olsa bir şiir yazmıştır. Bu şiiri devamlı gençler okurlar. Şiirin başında şu ifadeler geçmektedir:
Yarın ruh bedenden ayrılıp güneş gibi doğacaktır
Ve Allah’la vaad ettiği şekli ile karşılaşacaktır.
Mervan Hadid bunları söylemiştir. Daha sonra mahkemede adı geçen Şeyh Muhammed el-Hamid o zaman devlet başkanı olan Emin el-Hafız’a gider ve ona:
“Sen ne yapıyorsun? Mervan Hadid’i idam mı etmek istiyorsun? Bunu yaptığın takdirde Hama şehrinin susacağını mı zannediyorsun? Hama ayaklanır, bir daha da susmaz” der. Bunun üzerine Emin el-Hafız:
“Peki görüşün nedir?” diye sorar. Şeyh Muhammed el-Hamid:
“Sen onu serbest bırak” der. Emin el-Hafız:
“Git, sen onu kendi elinle hapishaneden çıkar” der. Muhammed el-Hamid hapishaneye gider ve onlara: “Haydi yavrularım çıkın dışarıya der” Çünkü bu çocuklar Hama’da Şeyh Muhammed el-Hamid tarafından yetiştirilmiş insanlardır. O bunları Hama’daki Sultan Mescidi’nde eğitmiştir. Aslında Şeyh Muhammed el-Hamid, zamanının seçkin âlimlerindendi. Hem takva sahibi idi, hem bilgili idi, hem mücahid, hem de âbiddi. Dini uğrunda her türlü tedbire başvurur, hakkı söylemekten de geri durmazdı. İşte bu zat gidip onları hapishaneden çıkardı. Biliyor musunuz onların ilk cevapları ne olmuştu: “Allah seni affetsin, bizi cennetten mahrum eyledin.”

Şeyh Mervan çıktıktan sonra Suriye’deki İslâm aleyhtarı haller gitgide arttı. Nihayet 1973 yılında Suriye Cumhurbaşkanı Hafız Esed “Suriye’nin resmî dini İslâm’dır” şeklindeki maddeyi vb. maddeleri Suriye Anayasası’ndan çıkardığını ilan etti. Bunun üzerine Suriyeli müslümanlar ayaklandı. Şeyh Mervan tekrar alevlendi. Mescitte bir hutbe irad etti ve insanlara şöyle seslendi: “Öleceğine dair kim benimle biatleşiyor?” Mervan konuşmaya başlayınca insanlar yavaş yavaş camiden sıvışmaya başladı. Birinin arkasından diğeri çıktı. Özellikle meşhur hocaefendiler bunu başlattı.

Hama halkı dinlerine karşı çok gayretli ve çok titiz olduklarından dolayı bu manzaraya katlanamadılar. İçlerinden biri tabancayı çekip caminin içinde ateş etti. Aslında ben kimin ateş ettiğini biliyorum. Hâlâ ateş seslerini ve ateş edeni kaydeden bant bizde mevcut. İşte bu hutbeden sonra Şeyh Mervan Şam’a gidip yeraltına çekildi, devletle savaşmak üzere cihad hazırlığı yapmaya girişti. Bu maksatla silah ve bomba biriktirmeye çalıştı. Fakat daha önce kendisi ile beraber olan bütün insanlar onu yalnız bıraktılar. O da: “Ben tek başıma bu devlete karşı savaşacağım” dedi ve ısrar etti. Vallahi bu adam çok garip birisiydi. O kadar garip ki, bir devlete karşı savaş açmaktan gözünü kırpmıyordu. Ben onu son gördüğüm zaman da yüzüne baktım. Onu dünyada yaşayan bir insan olarak görmedim. Onun yüzünde şehadet nuru parlıyordu. Bana söylediği ilk söz şu idi: (O beni iyi tanıyordu. 1969–1970 yılları arasında bize gelmişti). “Ey Ebu Muhammed! Sen cenneti özlemedin mi?” Kafamı kaldırıp ona baktım. Ne acayip bir adam. Eh… O nerede, biz neredeyiz?
Hülasa istihbarat mensupları Şeyh Mervan’ın yerini tespit ettiler. Kaldığı dairenin etrafını kuşattılar. Hoparlörlerle binada kalanlara: “Sayın vatandaşlar, içinizde Irak’lı bir istihbarat ajanı bulunuyor. Onu kovun, biz onu tutuklamak istiyoruz” şeklinde ilan etmeye başladılar. Bu sırada Suriye ile Irak’ın arası açılmıştı. Hâlbuki daha önce Suriye yönetimi Irak istihbaratına toz mu kondururdu? Şeyh Mervan da kendi hoparlörü ile onlara şu cevabı verdi: “Ey insanlar! Bizler müslümanız. Irak istihbaratı mensubu değiliz. Ey polisler, ey askerler, ben size 15 dakika mühlet tanıyorum. Derhal buradan çekilin. Aksi takdirde sizinle savaşacağım.” O sırada Şeyh Mervan’ın Hama’dan gelen talebelerinden biri kendilerine mütevazı yiyecekler almak için apartmandan dışarı çıktı. Bu gencin arka cebinde bağ bıçağı bulunuyordu. Hamaklar arka ceplerinde bu tür bıçaklar taşırlar. Bıçak hem hafiftir, hem de bir hamlede bir koyunu kesebilecek güçtedir.

Hülasa bu genci yakaladılar, polis arabalarından birinin yanına götürdüler. Çocuğu altı kişi çember arasına aldı. Çocuk elini bıçağına attı, altısının da karnını yarıp kaçtı. Bunun üzerine uyarı sirenleri çaldı. Çocuğu kovaladılar, çocuk kendisini bir duvardan aşağı attı, kaçıp kurtuldu. Sonra çocuk Ürdün’de bize geldi. Allah onu o tağutlardan sağ salim kurtardı. Vallahi bunlar çok acayip gençlerdi. Sanki bakışlarından cennet istekleri dökülüyordu. Gerçekten söylediklerinin eri çıktılar. Bu gencin olayından on beş dakika sonra bombalar Mervan Hadid’in evine yağmaya başladı. Mervan Hadid düğün yapmasına rağmen hanımı ile zifafa girmemişti ve ona şöyle demişti: “Ben hayatımın sona ereceğini hissediyorum. Seni dul hanım olarak bırakmak istemiyorum.” Hanımı birkaç gün yanında bekledi. Mervan ona: “Bekle bakalım, sonunda ne olur?” diyordu.
Artık toplar evin üzerine yağmaya başlamıştı. Apartmanın içinde Mervan ve iki arkadaşı bulunuyordu. Tabii ki çevrede binlerce polis ve asker vardı. Helikopterler, apartmanın üzerine komando askerleri indirdiler. Fakat Mervan Hadid’in bulunduğu yere girmeye hangi kahraman cesaret edebilirdi ki? Merdiven’den yukarı tırmanmak istediler, Mervan Hadid merdiveni havaya uçurdu. Çarpışmalar sürekli devam etti. Öğlen vakti cephaneleri bitmişti. Öğlenden ikindiye kadar tam bir sükunet devam etti. Fakat hiç kimse içeri girmeye cesaret edemiyordu. Hatta dama indirilen komandolar bile… İkindiden sonra mücahidlerin elinde bir merminin dahi kalmadığını anlayınca daireye girdiler, Şeyh Mervan kolundan yaralanmıştı. Onu tulup hanımı ile birlikte tekrar hapishaneye götürdüler. Mahkemeye getirildiğinde rejimin uşakları olan subaylar mahkeme salonunu doldurmuştu. Bunların arasında hava kuvvetleri komutanı Naci Cemil ve savunma bakanı Mustafa Talaş da vardı. Mervan Hadid bunları görünce:
“Be köpek Naci! Sen hâlâ yaşıyorsun öyle mi? Mustafa Talaş da yanında. Ben gençlere ilk savaşa başladıklarında sizi öldürmelerini tavsiye ettim. Çünkü sizler ırzlarımızı lekeleyen, mallarımızı yağmalayan, adamlarımızı, çocuklarımızı kesen bu Nusayriler’in köpekliğini yapıyorsunuz. Ey Nusayriler! Ben gençlere sizden en az 5000 subayı öldürmelerini tavsiye ettim” diye bağırdı. Bunu duyan ordu komutanı Naci Temil görenlerin şahadeti ile korkusundan titremeye başladı ve gayr-i ihtiyarî şöyle dedi: “Bırakın bunu, bu mecnun.”
Bu hadiseyi bana bizzat gençler anlattılar. Bir defasında Hafız Esed onunla bizzat ben görüşmek istiyorum diyerek hapishaneye gider ve ona:
“Mervan, olan oldu. Allah geçmiştekilerini affetsin. Seninle biz yeni bir sahife açalım. Fakat tek bir şartla. Sen üzerinde bulunduğun bu çizgiyi terk et.” Mervan da ona:
“Hangi çizgiyi?” diye sorar. Hafız Esed ona: “Silahlı mücadele çizgisini” der. Mervan da ona: “Ben bunu kabul ederim, fakat bir şartla. İslâm devletinin kurulması için bize yardım et” der. Bunun üzerine Hafız Esed elini eteğini toplayıp oradan çıkar. İşte bu ziyaretten sonra Suriye rejimi Şeyh Mervan’ı yavaş yavaş öldürmeye girişti. İlk önce hanımını getirip Mervan’ın yanındaki odaya koydular. Ona her sarkıntılık yaptıklarında kadın çığlık atıyordu. Bunları duyan Mervan her defasında adeta ölüyordu. Şair Mütenebbi’nin de dediği gibi: İşkencelere katlanmak, eza ve cefayı görmek Kilo verdiren haplardır.

Fiilen Şeyh Mervan devamlı kilo vermeye başladı. Aslında o babayiğit bir insandı. Yüz kilonun üstünde idi. Heybetli bir görüntüsü vardı. Fakat zamanla bir deri bir kemik kaldı. Son zamanlarında 48 kiloya inmişti. Daha sonra ilaçlarla tedavi edilmek istendi ise de Mervan’a ilaçlar fayda vermedi. Bize anlatıldığına göre yöneticiler ona yavaş yavaş öldüren iğneler vuruyorlardı. İşkenceler böylece devam elti. Mervan hapishanede öldü ve Rabbine kavuştu. Fakat hayatta iken emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münkeri yerine getirdi.
Gerçekten Mervan Hadid’den sonra gençler onun teslim ettiği sancağı alıp taşıdılar. Onun bıraktığı sancağı taşıyanlardan biri de Abdüssettar ez-Zaim isimli gençti. Bu 1969 yılında Filistin’de bizimle beraberdi. Diş hekimi idi. Hafif kilolu biriydi yani 60 kilo kadardı. Bu zat Nusayri subaylarını bürolarında, kahvelerde ve gördüğü her yerde hallediyordu. İnsanlar korktukları subayların kan revan içinde olduklarını görünce heybetleri silinip gidiyordu. Bir defasında Şam Üniversitesi rektörünü rektörlük binasında, kendi odasında öldürdüler.

Maşallah, bunlar ne hoş gençlerdi. Vallahi biz bunların eylemlerini dinlediğimizde binbir gece masallarını dinlemiş gibi oluyorduk. Eski Arap masalları hatırımıza geliyordu. Evet, tarih tekerrürden ibarettir. Allah Teala da bu gençlere yardım ediyordu, birçok sıkıntılı durumlarda sanki bunlardan kerametler görülüyordu. Aslında şu an bizler dağlık bölgelerde bulunuyoruz. Her yere çekilip saklanmamız mümkün. Fakat onlar şehrin içinde, ulu orta mücadele veriyorlardı. Binaların içinde, dairelerde savaşıyorlardı. Meselâ bir defasında Nusayri güçleri müslüman gençlerden birini yakalamak üzere dairesinde kıstırmışlardı. Genç, kırk metre genişliğinde olan ana bir caddeye dördüncü kattan kendisini attı. Allah onu korudu. Genç caddeye düşme yerine karşıdaki apartmanın balkonuna düştü, oradan kaçıp kurtuldu. Buna benzer birçok olaylar oldu. İşte daha önce söylediğimiz Abdüssettar ez-Zaim de bunlardan biri idi. Kabristanlarda yatıp kalkıyordu. Hatta defnedilmek için eşilmiş kabirler arıyordu. Çünkü o evinde uyuyamazdı, akrabalarına dahi gidemezdi, buralarda yaşamak mecburiyetinde idi. Buna rağmen devlet bunların korkusundan tir tir titriyordu.

(Abdullah Azzam /Cihad Dersleri)

Benze Yazılar

2 Yorum

Bir Cevap Yazın

Başa dön tuşu